Uluslararası Hukuk ve Tarih Işığında YPG’nin Stratejik Çıkmazı
Suriye’de Esed rejiminin devrilmesiyle başlayan yeni dönem, yalnızca ülkenin yeniden inşası için değil, aynı zamanda Ortadoğu’nun jeopolitik dengeleri açısından da tarihi bir kırılma noktasıdır. Bu yeni süreçte en kritik ittifak hattı, kaçınılmaz olarak Türkiye ile Şam arasında şekillenmiştir. İki başkent, hem ortak güvenlik ihtiyaçlarının hem de tarihsel bağların zorladığı bir işbirliğine yönelirken, bu ittifakın temelinde Suriye’nin toprak bütünlüğü ve egemenliği ilkesi yer almıştır. Ortak tehdit algısının merkezine ise, ülkenin kuzeydoğusunu fiilen işgal altında tutan ve 2011 sonrası kaos ortamında ABD’nin kara gücü olarak sahaya sürülen YPG terör örgütünün silahsızlandırılarak yeni Suriye yönetimine entegrasyonu oturmuştur. Son haftalarda Dışişleri ve Savunma Bakanlıkları düzeyinde yürütülen yoğun diplomasi trafiği, bu hedefin somut adımlarını oluşturmuştur. Milli Savunma Bakanı Yaşar Güler ile Suriyeli mevkidaşı Murhef Ebu Kasra’nın imzaladığı askeri işbirliği mutabakatı, Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ın uzun süredir dile getirdiği uyarıların artık icrai aşamaya taşındığını göstermektedir. Ankara ve Şam, YPG’nin “zaman kazanma” ve “küçük adımlarla büyük parçalar koparma” stratejisine karşı sabrın tükendiği mesajını net biçimde vermiştir. Fidan’ın, mevkidaşı Esad Hasan Şeybani ile yaptığı görüşme sonrası dile getirdiği ve 10 Mart anlaşmasının ruhuna aykırı ayrılıkçı tutumun “askeri sonuçları” olabileceğini vurgulayan “Sizi uyarıyoruz, durduğunuz yeri değiştirin” sözleri, bu kararlı duruşun en net ifadesidir.
YPG’nin entegrasyon sürecine direnişinin arkasında, yeni ve tehlikeli bir strateji yatmaktadır: İsrail’in himayesinde uluslararası meşruiyet arayışı. Bu stratejinin sahadaki ilk denemesi, geçtiğimiz ay Suriye’nin güneyindeki Suveyda’da görüldü. Burada, Esed rejimi kalıntısı Dürzi milisler ile uyuşturucu ticaretiyle adı anılan Hikmet el-Hecri’ye bağlı grupların başlattığı isyana İsrail’in verdiği aktif destek, kuzeydeki YPG’ye tehlikeli bir model sundu. Suveyda’da uygulanan yöntem, tarihte defalarca görülen “kontrollü kaos” taktiğinin modern bir versiyonudur: Yerel güçleri kışkırtmak, demografik mühendislik ile nüfus yapısını değiştirmek, ardından görece bir sükûnet sağlayarak fiili durumun uluslararası arenada kabulünü zorlamak. Bu taktik, 20. Yüzyılın başında Fransız Mandası altındaki Suriye’de de denenmiş; özellikle 1920’lerde Cebel-i Dürzi ve Lazkiye bölgesindeki ayrılıkçı yapılar, dış güçlerin himayesinde merkezi otoriteye karşı kullanılmıştır. YPG’nin bu “laboratuvar modelini” hızla benimsemesi, 10 Mart mutabakatından uzaklaşmasına yol açmıştır. Bugün örgüt, yalnızca toprak kontrolü değil, ülkenin enerji, su ve tahıl kaynaklarını rehin alan bir strateji izlemekte; bu da hem Şam’ın egemenliğini hem de Asya’dan Akdeniz’e uzanması planlanan küresel ticaret koridorlarının geleceğini doğrudan tehdit etmektedir.
Bu noktada örgüt iki stratejik hata yapmaktadır. İlki, Türkiye’nin terörle mücadeledeki kararlılığını yanlış okumalarıdır. Ankara’nın “Terörsüz Türkiye” vizyonunu, sınır ötesi operasyon kabiliyetinin zayıflaması olarak değerlendirmeleri ölümcül bir yanılgıdır. Türkiye, Fırat Kalkanı, Zeytin Dalı, Barış Pınarı ve Pençe-Kilit harekâtlarıyla hem sahada etkinliğini hem de iradesini kanıtlamış; 1998 Adana Mutabakatı’nın verdiği hukuki çerçeveyle Suriye topraklarında terör unsurlarına karşı doğrudan müdahale yetkisini uluslararası hukuk zeminine oturtmuştur. İkinci hata ise, NATO üyesi Türkiye’nin, Birleşmiş Milletler Antlaşması’nın 51. Maddesinde tanımlanan meşru müdafaa hakkı çerçevesinde ve BM Güvenlik Konseyi kararlarına dayanarak hareket etme kapasitesini hafife almalarıdır. YPG’nin, İsrail’i arkasına alarak Suriye’nin kuzeyinde oldubittiler yaratabileceğine inanması, hem jeopolitik gerçeklerle hem de uluslararası hukukla bağdaşmayan bir stratejik körlüktür. Bakan Fidan’ın, “Geçmişte başka ülkelerle işbirliği yapıyordum, şimdi İsrail’i yardıma çağırırım” yaklaşımının çıkış yolu olmayacağını vurgulaması, bu körlüğe net bir yanıttır. Dahası, YPG içinde yer alan ve Türkiye içinde terör eylemleri düzenleyen 15’e yakın yasadışı sol örgüt, tehdidin Ankara açısından ne kadar doğrudan ve acil olduğunu ortaya koymaktadır.
Ankara ve Şam’ın ortak çağrısı, Suriyeli Kürtlerin tüm haklarının korunduğu, ortak bir Suriye kimliği altında bütünleşme yönündedir. Bu vizyon, yalnızca güvenlik eksenli değil, aynı zamanda toplumsal barış ve ekonomik kalkınma odaklıdır. Geçmişte Osmanlı idaresi altındaki Suriye topraklarında, Arap, Kürt, Türkmen, Ermeni ve Dürzi toplulukların aynı idari çatı altında var olabilmesi; bu birliktelik tecrübesinin yeniden canlandırılabileceğinin tarihsel kanıtıdır. Ancak örgütün geçtiğimiz hafta Haseke’de düzenlediği konferansın sonuç bildirgesinde “özerk yönetimin güçlendirilmesi” gibi maksimalist taleplere yer vermesi, bu çağrının karşılık bulmadığını göstermektedir. Bu, 1920’lerde Hatay, Cebel-i Dürzi ve Kuzey Irak hattında yaşanan ayrılıkçı girişimlerin, dönemin bölge ülkeleri için yarattığı parçalanma riskini hatırlatan bir senaryodur.
Gelinen aşamada seçenekler sınırlıdır. YPG ya Suveyda’da test edilen ve kuzeyde yaşama şansı bulunmayan İsrail destekli stratejiden vazgeçerek diplomatik-siyasi entegrasyon sürecine katılacak ya da egemenliğini pazarlık konusu yapmayan yeni Şam yönetimi ile bu bölünme girişimini bir numaralı milli güvenlik tehdidi olarak gören Türkiye’nin ortak askeri harekâtıyla yüzleşecektir. Hinterlandı olmayan, lojistik hattı kesildiğinde sahada varlık gösteremeyecek bir yapının, iki başkentle uzlaşma dışında hayatta kalma şansı yoktur.
Tarih, dış güçlerin Ortadoğu’da kurduğu tüm “vekâlet yapılarının” ömrünün sınırlı olduğunu, halk tabanı ve bölgesel meşruiyet olmadan kalıcı bir siyasi varlık tesis edilemeyeceğini defalarca göstermiştir. Bugün de bu kural değişmemiştir; değişmeyecektir. YPG’nin önünde tek gerçekçi yol, Suriye’nin bütünlüğüne entegre olmak ve Türkiye-Şam ekseninin sunduğu güvenlik garantisine dahil olmaktır. Aksi takdirde, hem tarih hem de hukuk, bu yanlış stratejinin bedelini en ağır şekilde ödetecektir.