AKIBETİNDEN KORKANLAR OKUSUN!

İnsan, sürekli muhasebe ve murakabe hâlini yaşamak suretiyle itikadi sapmalara karşı önlem almalıdır. Bir anlık gaflet insanın imansız gitmesine sebep olabilir. Yüce Allah (c.c.), uhrevi kurtuluş için “Ancak Müslüman olarak ölünüz!”[1]diyerek kendisine ideal kavuşmayı göstermişken bir şaka veya yanlış bir davranış insanı ebedî hüsrana bırakabilir. Şu hadis konuya yeterince açıklık getirmektedir: “Kişi imanı ve amelleriyle cennete o kadar yaklaşır ki bir karışlık mesafe kalır. Fakat öyle bir söz sarf eder ki cennetten tamamen uzaklaşır.”[2]
*
Kur’an-ı Kerim, mü’minleri ebedî hüsrana düşmemeleri için uyarmıştır. Ayetler dinden dönmeyi hem tanımlar vaziyette hem de uhrevi sonuçlarını bildirmektedir. Şu ayet, irtidat ile ilgili hem bir tanım yapmakta, hem de mürtedin amellerinin neticesini ortaya koymaktadır: “…وَمَن يَرْتَدِدْ مِنكُمْ عَن دِينِهِ فَيَمُتْ وَهُوَ كَافِرٌ فَأُوْلَئِكَ حَبِطَتْ أَعْمَالُهُمْ فِي الدُّنْيَا وَالآخِرَةِ وَأُوْلَئِكَ أَصْحَابُ النَّارِ هُمْ فِيهَا خَالِدُونَ” “… Sizden kim dininden döner ve kâfir olarak ölürse, işte öylelerinin dünyaya ve ahirete yönelik tüm yaptıkları boşa gidecektir. Onlar cehennem halkıdırlar ve ebediyen orada kalacaklardır.”[3] Böyle kötü bir akıbetten korunmak için de Allah Teâlâ; “ehlikitaba itaat etmekten”[4], “kâfirlere ittibadan”[5]; onların dünya görüşlerini ve hayat tarzlarını din edinmekten Müslümanları sakındırmıştır.
*
İmandan sonra küfrü tercih eden münafıkları ve kitap ehlini kınayan[6] Yüce Allah (c.c.): “Küfür üzerine öldükten sonra, yeryüzü dolusu altın fidye olarak verilse bile ahirette bir geçerliliğinin olmadığını”[7] bildirmiştir. Küfrü her hâlükârda tercih eden bir kimse, “Allah’a hiçbir şekilde zarar veremez.”[8] Allah (c.c.) dilerse, kendilerinde bir varlık gören toplumları tarih sahnesinden siler ve şu ayette beyan edildiği gibi başka milletler yaratarak nurunu tamamlayabilir: “يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ مَن يَرْتَدَّ مِنكُمْ عَن دِينِهِ فَسَوْفَ يَأْتِي اللّهُ بِقَوْمٍ يُحِبُّهُمْ وَيُحِبُّونَهُ أَذِلَّةٍ عَلَى الْمُؤْمِنِينَ أَعِزَّةٍ عَلَى الْكَافِرِينَ” “Ey iman edenler! İçinizden kim dininden dönecek olursa Allah (onları yok eder ve yerlerine) öyle bir toplum getirir ki hem Allah onları sever hem de onlar Allah’ı severler. Bu toplum, inananlara karşı çok merhametli ve alçak gönüllü, kâfirlere karşı da çok (şahsiyetli ve) onurludurlar…”[9]
*
İrtidadın, imanla ilgili konulara bütüncül bakmamaktan kaynaklandığına[10] dikkat çeken Yüce Allah (c.c.),dinin sembolleriyle, Allah Teâlâ’nın emir ve yasaklarıyla alay edilmemesini[11] önemle vurgulamıştır. Eğer bu kurallara uyulmazsa; “Kâfirler, mü’minleri Allah’ın yolundan çevirerek amellerinin boşa gitmesine”[12] neden olurlar ki ilahî uyarılar da bu ve benzeri konularda yoğunlaşmaktadır.
*
Kur’an-ı Kerim’deki ayetlere baktığımızda mürtetlere verilecek dünyevi cezalar ve onlara karşı yapılacak bazı hukuki tasarruflar üzerinde durulmamaktadır. İrtidat konusundaki ayrıntılar daha çok hadislerdedir. Sadece ayetlerden yola çıkarak mürtet olmayı “olağan bir hak” gibi algılayıp konu ile ilgili hadis ve uygulamaları reddetmenin doğuracağı bazı sonuçlar vardır:
*
1. Ayetleri beyan etmeyi veya yeni durumlarda teşrii hakkını Hz. Peygamber’e (s.a.v.) tanımamak neticesini doğurur. Resulullah’ı (s.a.v.) ve hadislerini sıradanlaştırmak anlamına gelir. Böyle bir yaklaşım yükselen modern değerleri Allah’ın (c.c.) ve Resulü’nün (s.a.v.) önüne geçirmektir. Unutmayalım ki Hz. Peygamber(s.a.v)’in hem tebliğ, hem beyan hem de temsil ve teşri hakları vardır. Mürtetlere verilecek cezanın keyfiyeti sünnet vasıtasıyla bizlere gelmiştir.
*
2. “Batı bize ne der?” endişesi ile hareket edip dinimize ve ondan neşet eden kültürümüze karşı kompleksli yaklaşımı ortaya çıkarır. Kimin ne demesinden çok Allah Teâlâ’nın ne demesi önemlidir.
 *
3. Bu gibi İslâmî hükümlerin uygulamasının “İslâm Devleti/Darülİslâm” ile kaim olacağı gerçeğini göz ardı ederek, modern devlette bu hükümleri uygulamaya kalkmak gibi, hukuku boşlukta uygulamak yanlışlığına düşürür. İslâmî ilimlerin metodolojisini bilen Müslümanlar bu tip yanlışlara düşmezler. Hukukun uygulanmadığı siyasalarda yanlış gündemler oluşturularak Müslümanlık aleyhtarı bir gençlik hedeflenmektedir. Verili mürtedlerin sayısından hareketle oluşturulan korku algısı Müslümanlığın yanlış anlaşılmasına neden olmaktadır.
*
4. Hukuku ve dinî hükümleri bilmemenin bir mazeret olduğunu kavrayamamak veya göz ardı etmektir.
*  
5. İslâm hukukunun coğrafyasını bilmeyen bazı cahiller, Kur’an-ı Kerim ve Sünnet’ten yola çıkarak fıkıh yapan selef âlimlerimizi abesle iştigalle suçlayıp reddimiras yanlışlığına düşüp köksüzleşmektirler.
*
İslâm hukukunun ayet ve hadislerden hareketle ortaya koyduğu sonuçlar malumken, yukarıdaki nedenlerden dolayı zuhur eden kompleksli yaklaşımın şu rivayetleri göz önünde bulundurması gerekir. Bu rivayetler ki kendi sosyal ve siyasal ortamında çok derin anlamlar ifade eder ama bu sosyal ve siyasal ortam yok diye de zihinleri imandan sonra küfre/vahiy dışı bir hayat tarzına açmamak gerekir.
*
Hz. Peygamber (s.a.v.) birçok hadisinde insanların hayat haklarının güven altında olduğunu vurgulamıştır. Şu hadis buna delildir: “Kişi; dinini terk eder, İslâm cemaatinden ayrılır, evlilik hukukunu yaşamış biri olarak zina eder veya haksız yere birisini öldürürse can emniyetini kaybetmiştir.”[13] Allah Resulü (s.a.v.), manevi olarak da “Küfrü tercih etmenin ateşe atılmaktan daha korkunç bir hâl”[14]olduğunu ilan etmiştir. Darül İslâm’da, önceleri Müslüman iken dinini değiştiren kimselerin, öldürülmesini emreden[15] rivayetlerin varlığı da bir hakikattir. Böyle bir hakikat olmasına rağmen bu suçtan dolayı öldürülen insanlar yok denecek kadar azdır. Tüm tarih boyunca siyasal içerikli birkaç öldürmeden bahsedilebilir. Böyle bir cezanın yaygınlık kazanmamasının bazı sebepleri vardır. Evvela İslâm, gönülleri tatmin eden; hayatın tüm alanlarını kuşatan, ortalama aklın kavrayabileceği ve her türlü aşırılıktan uzak, çelişkisiz, kaynakları sağlam, model olarak Hz Peygamber’i (s.a.v.) alan yaşanabilir bir dindir. Canlı bir içtihat kurumu sayesinde sürekli gündeme dair çözümler sunmaktadır. Bundan dolayı İslâm ütopik bir din değildir. Bütün bunlara rağmen bazı insanlar Müslümanlığı kabulden sonra küfre dönüş yaparlarsa, bu dönüş onların ibadet ve sosyal hayatlarını etkileyen sonuçları da ortaya çıkarır.
*
Eğer kişi mürtet olarak ölürse, yukarıdaki ayet ve hadislerde de beyan edildiği gibi tüm amelleri boşa gitmiştir. Geçmişte yapmış olduğu amellerin ahirette kendisine hiçbir faydası olmaz. Ceza verilmeden önce mürtet bu işlediği suçtan tövbeye davet edilir. İslâm’ın dışındaki dinlerden uzaklaşması istenir. İçine düştüğü şüphelerin hepsi giderilerek zihinsel açıdan tezkiye ve tatmin edilmeye çalışılır. Neticede her iki şehadeti ve içeriğini kabul ederse tövbesi makbuldür. İslâm’dan başka bütün dinlerden uzak olduğunu vurgulaması ise elzemdir.[16]
*
Açıklandığı gibi, mürtedin yaptığı tüm salih ameller boşa gitmiştir. Tekrar Müslümanlığı tercih ettiğinde ise eski amelleri geçerli sayılır. Hac farizasını yerine getirmişse haccın sevabı dönmez; Hanefi mezhebine göre haccını yeniden eda etmesi zorunludur.[17] Buradan da anlaşılıyor ki Hanefi içtihadına göre birçok hacının maalesef, haccını yenilemesi gerekir. Haccın bir ahid tazeleme olduğu bilinip bu çerçevede hacı adaylarının itikat eğitimi almaları şarttır. İrtidat suçu ile beraber mürtedin Müslüman eşi ile olan nikâhında bir düşme olduğu gibi Müslüman mezarlığına da gömülemez. Müslüman akrabalarına mirasçı olamaz. Çünkü Resulullah (s.a.v.): “Müslüman kâfire, kâfir de Müslüman’a mirasçı olamaz.”[18]buyurmuştur. Müslümanların mali haklarını koruma bağlamında şöyle bir rivayetin varlığından söz edilir: Muaz b. Cebel (r.) Yemen’e vardığında kendisine bir Yahudinin öldüğü fakat Müslüman bir kardeşinin olduğu haberi verildiğinde, Muaz (r.), Müslüman’ı Yahudi’ye mirasçı yapmış ve Hz. Peygamber’den (s.a.v.) şu hadisi duyduğunu söylemiştir: “Şüphesiz ki İslâm (olmak) artırır, (kişinin haklarını ve menfaatlerini) eksiltmez.”[19] Konuyla ilgili doğru hükmü naslar çerçevesinde hakim verecektir.
*
Buraya kadar anlatılanlarla varmak istediğimiz sonuç; küfre dönmenin ve irtidat etmenin uhrevi ve dünyevi sonuçlarına karşı mü’minleri bir defa daha uyarmaktır. Hz. Peygamber (s.a.v.) de konu ile ilgili endişeler duymuş ve veda hutbesinde bile bu endişesini şu cümlesi ile yinelemiştir: “Sakın ola ki benden sonra küfre dönerek birbirinizin boyunlarını vurmayınız.”[20]Aklı başında bir mü’min, küfrün ne olduğunu bilerek hem kendisi uyanık olur hem de diğer mü’minleri irtidat olayına karşı bilinçlendirir. İnsanların kalbini teftiş ederek rastgele kimseyi tekfir etmez. Her zaman zahire göre hükmeder. Kimsenin kalbini açıp da bakmak gibi bir görevi yoktur. Hz. Peygamber (s.a.v.), bir olay üzerine zahire göre hükmetmeyen Üsame b. Zeyd’i (ö. 54/674) şiddetle azarlamış ve “Öldürdüğün kişinin kalbini açıp da baktın mı?” demiştir. Üsame (r.), “Hz.Peygamber (s.a.v.), beni o kadar uyardı ki keşke bu olaydan sonra Müslüman olsaydım”[21] diye bu hadiseden duyduğu pişmanlığı dile getirmiştir.
 *
Müslüman bir kimseyi hak etmediği hâlde tekfir etmenin vebali ve sorumluluğu çok ağırdır. Yersiz yere tekfir mekanizmasını çalıştırmakla ilgili Hz. Muhammed’in (s.a.v.) şu hadisleri oldukça manidardır: “Kim bir mü’mine (haksız yere) kâfir derse onu öldürmüş gibi olur.”[22]Kâfire Müslümandır; cennetliktir demek nasıl büyük bir sorumluluk gerektirirse Müslüman’a kâfir demek de o denli ağır bir vebaldir. Resulullah (s.a.v.) şu buyruğuyla mü’minleri uyarmıştır: “Bir kimse din kardeşine ‘Ey kâfir!’ diye konuşursa bu söz (kâfir ifadesi) ikisinden birine döner.”[23]Yani; isabet ettiremeyerek söz yerini bulmazsa bu ithamı yapan kimse kâfir olur denilmektedir.
 *
Sözün özü irtidat; Müslüman bir kimsenin İslâm dininin kurallarından birini veya tamamını inkâr etmesi yahut İslâm’ın dışında bir dine girmesi veya ateist olmasıdır.[24] Dinin, “hayat tarzı”[25] olduğunu düşünürsek günümüzde birçok din vardır. İnsan ve toplum hayatını anlamlandırma ve hayata egemen olma iddiasındaki ideolojilerin hepsi birer dindir. Kapitalizm, sosyalizm, sekülerizm, pozitivizm, deizm, samanizm, moonculuk, masonluk, nasyonel sosyalizm, hatta popüler kültürün oluşturduğu yaşam biçimleri de birer dindir. Müslümanlıktan muharref bir dine intikali irtidat olarak görüp ideolojik yaklaşım ve hayat tarzını seçmeyi bir din değişimi olarak görmemek çok yanlış bir yaklaşımdır. Kur’an-ı Kerim ve Sünnet’ten böyle bir yaklaşıma dayanak bulmak imkânsızdır. Mürtet olmamak için ise öncelikle ideolojilerden uzak durmak şarttır.
*
Dünya Ticaret Merkezi ekseninde oluşan “dünya düzeni”, Yahudi, Hristiyan ve Grek kültürünü yedeğine alarak sermaye çıkarlı bir din /hayat tarzı oluşturmuştur. Bu dinin merkezine ise kendileri gibi düşünen “hüman (insan)” oturtulmuştur. Böyle bir dini kabul eden kimseler, sermayeye ve onun varlığını borçlu olduğu tüketime boyun eğmeye icbar edilmişlerdir. Sermayeye kul olmakla medeni ve uygar olmak eşitlenmiştir. Böyle bir dinin elçileri çok uluslu şirketlerin temsilcileridir. İslâm dininin dışında hiçbir ideoloji ve sözde din bu tür bir hayat tarzıyla hesaplaşamaz. Müslümanlardaki hesaplaşma ruhunu kırabilmek için İslâm’la ilgili Kitapsız ve Sünnetsiz yorumlar yapılmakta veya yaptırılmaktadır. Ona güç veren cihad ve iktidar ruhu zedelenmek için her türlü faaliyet hem gayrimüslimler hem de işbirlikçi Müslümanlar (!) tarafından eksiksiz ifa edilmektedir. Müslümanlar bu vahim durumu fark etmez ve “nöbet yerinde değil uyumak, şekerleme bile yapacak” olurlarsa bir günde yüz binlerce Müslüman kâfir olabilir. Böyle bir durumda Abdullah b. Amr’ın (r.) şu sözünü iyi düşünmek gerekir: “İnsanlar üzerine öyle bir zaman gelecek ki mescitleri tamamen dolduracaklar fakat içlerinde hiç Müslüman olmayacaktır.”[26] Bu günler imanı korumanın “avuçta kor ateş tutmak gibi”[27]zor olduğu günlerdir. Küfrün her türlüsüne ve ideolojik yapılanmasına karşı durarak İslâm dışı bir dünya düzenine set olup vahiy merkezli bir hayatı tercih eden ve bu hayatın varlık alanı için mücadele edenler avuçlarında kor ateşi tutabilenlerdir…
***
Kaynaklar:
[1] Âl-i İmran 3/102.
[2] İbni Hanbel, Müsned, C. IV, s. 68.
[3] Bakara 2/217; Bak: Maide 5/5.
[4] Al-i İmran 3/100.
[5] Al-i İmran 3/149.
[6] Bak: Al-i İmran 3/190.
[7] Al-i İmran 3/91.
[8] Al-i İmran 3/144.
[9] Maide 5/54.
[10] Bak: Nisa 4/136.
[11] Bak: Tevbe 9/65.
[12] Muhammed 47/1.
[13] İbni Hanbel, Müsned, c. VI, s. 180; İbni Hemmam, Musannef, c. X, s. 167; Nesai,
Tahrimüddem, 37, h. no: 5, c. VII, s. 90-1.
[14] İbni Hanbel, Müsned, c. III, s. 103.
[15] İbni Hemmam, Musannef, h. no: 9413, c. V, s. 213; İbni Mace, Hudud, 2, h. no: 2535, c. II, s. 848; Nesai, Tahrimüddem, 37, h. no: 14, c. VII, s. 104.
[16] Mevsılî, el-İhtiyâr, c. V, s. 145-6; Cezeri, Kitab’u-l Fıkh Ala Mezahib’i-l Erbea, c. V, s. 437-8; Zuhaylî, el-Fıkhu’l-İslâmî ve Edilletuh, c. VI, s. 187.
[17] Cezeri, a.g.e, c. V, s. 439; Zuhaylî, el-Fıkhu’l-İslâmî ve Edilletuh, c. II, s. 133.
[18] İbni Hanbel, Müsned, c. V, s. 200.
[19] İbni Hanbel, Müsned, c. V, s. 230; Ebu Davud, Sünen, c. III, s. 329.
[20] İbni Hanbel, Müsned, (tah: Muhammed Şakir, h. no: 5578), c. VII, s. 275.
[21] İbni Hanbel, Müsned, c. V, s. 200; Hâkim, Müstedrek, h. no: 4599, c. III, s. 126.
[22] Suyûtî, Camiu’s-Sagir, h. no: 8712, c. II, s. 527.
[23] İbni Hanbel, Müsned, (tah: Muhammed Şakir, h. no: 4688), c. VI, s. 314; Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, h. no: 254,  c. I, s. 94.
[24]Dini Terimler Sözlüğü, (Komisyon), s.174.
[25] Bak: Fetih 48/28.
[26] Tahavi, Müşkil’ül Asar, c. I, s. 205.
[27] Suyûtî, Camiu’s-Sagir, h. no: 9988, c. II, s. 589.
Dr. Mehmet SÜRMELİ