Tarihin Öfkesi mi, Stratejinin Aklı mı?
Türkiye ve içinde bulunduğu İslam coğrafyasının bugünkü durumunu anlamlandırmaya çalışırken, zihinlerimizde birbiriyle çarpışan iki güçlü ses duyarız.
Biri, tarihin derinliklerinden gelen, ihanetleri, kayıpları ve haksızlıkları fısıldayan öfkeli bir sestir.
Diğeri ise daha soğukkanlı, bugünün sert gerçeklerini, güç dengelerini ve içsel zafiyetleri hatırlatan analitik bir sestir. Bu iki bakış açısı, mevcut durumumuzu açıklayan bir “tez” ve “antitez” diyalektiği sunar. Gerçek bir çıkış yolu ise ancak bu ikisinin sentezinde bulunabilir.
TEZ: Tarihin Yükü ve Kuşatılmışlık Anlatısı
Bu coğrafyanın temel derdi, bir asır önce yaşanan büyük kırılmadır. Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılmasıyla birlikte siyasi birliği ve ruhsal merkezi dağılan İslam dünyası, emperyalist güçler tarafından cetvelle çizilen sınırlara ve yapay kimliklere hapsedilmiştir. Bu parçalanmışlık, sadece tarihi bir vakıa değil, bugünkü tüm zayıflıklarımızı besleyen ana damardır. Netanyahu gibi aktörlerin bugün bile Osmanlı referansıyla “parmak sallaması”, bu tarihsel travmanın ne kadar canlı olduğunun ve hasımlarımız tarafından bir sopa olarak kullanılmaya devam ettiğinin en net kanıtıdır.
İçinde bulunduğumuz İslam coğrafyasında saldırı hiç durmamıştır; sadece saldırı yöntemleri değiştirmiştir.
Artık ordularla gelmiyorlar. Önce ekonomik silahları (yaptırımlar, kur manipülasyonları) kullanarak milli direncimizi kırıyorlar. Ardından etnik ve mezhepsel fay hatlarımızı kaşıyarak iç karışıklıklar çıkarıyor ve devletleri içeriden çökertiyorlar. Suriye, Irak ve Libya bunun laboratuvarı, acı sonuçlarıdır.
Bu kuşatma mantığı çerçevesinde “Türkiye’nin Suriye’de/Libya’da ne işi var?” benzeri sorular düşmanın argümanını tekrarlamaktan farksızdır.
Türkiye, yanı başında kurulan bir terör koridoruyla boğulmaya çalışılırken, tehdidi sınır ötesinde karşılamak bir tercih değil, “ön cephe savunması” adı verilen bir beka mecburiyetidir.
Bu teze göre, İRAN gibi bölgedeki son kalelerden birinin düşmesi, felaket senaryosunun son perdesi olacaktır.
Bu gün İran hedef tahtasına gerilmiş ve coğrafyasında bombalar patlamakta, üst düzey komutanlara kurşun yağmakta hatta aydın kesim dediğimiz bilim insanlarına suikastlar düzenlemektir. İran’ın sürüklendiği girdabın sonu bellidir.
Aynı zamanda böyle bir çöküşün yaratacağı kaos ve Siyonist rejimin bölgedeki mutlak hakimiyeti, Türkiye için varoluşsal bir tehdittir. Dolayısıyla çözüm bellidir: Sınırların çok ötesinde stratejik üsler kurmak, savunma sanayiini en üst seviyeye çıkarmak ve “yarın savaş çıkacakmış gibi” topyekûn bir hazırlık içinde olmak. ABD ve Avrupa’nın dayatmalarına karşı “sert tepkiler” vermek, bu onurlu ve bağımsız duruşun doğal bir gereğidir. Bu, bir ümmetin ve bir milletin kolektif hafızasından beslenen, duygusal yoğunluğu yüksek ve haklı bir isyanın sesidir.
ANTİTEZ: Stratejik Aklın Uyarıları ve İçsel Sorumluluk
Ancak bu ateşli ve haklılık payı yüksek anlatı, madalyonun sadece bir yüzünü aydınlatıyor. Stratejik akıl ve soğukkanlı gerçekçilik devreye girdiğinde, bu tezin karşısına şu antitezleri çıkarabiliriz:
- Tek Sebep Tuzağı: Her jeopolitik gelişmeyi ve her iç krizi tek bir dış gücün manipülasyonuna bağlamak, rahatlatıcı bir açıklama sunsa da analitik olarak zayıftır. Bu bakış açısı, bölge ülkelerinin kendi iç dinamiklerini, aktörlerini ve hatalarını görmezden gelerek bizi pasif bir kurban rolüne iter. Oysa her coğrafya, kendi kaderinde birincil derecede söz sahibidir.
- İçerideki Çatlaklar: Dış güçler, sağlam duvarları yıkmakta zorlanır ancak mevcut çatlakları derinleştirmekte ustadırlar.
Ekonomik darboğazların, toplumsal krizlerin ve siyasal arenada yaşanan çalkantıları tek sebebinin dış mihraklar olduğunu iddia etmek yanlış olacaktır.
Dışarıdan gelen bir virüs, ancak bağışıklık sistemi zayıf olan bir bedeni yatağa düşürür. Suçu sadece virüse atmak, tedaviyi reddetmektir. Bu bağlamda bünyenin de sağlıklı olması elzemdir.
- Diplomasinin Gücü: “Sert tepkiler” ve “meydan okuma” dili, milli gururu okşasa da her zaman en akıllıca yol değildir. Diplomasi, savaşın başka araçlarla devamıdır ve bazen bir mermiyle kazanılamayacak bir mevzi, doğru kurulmuş bir cümleyle kazanılabilir. Güç, sadece bağırmakla değil, stratejik sabır göstermekle, doğru ittifaklar kurmakla ve hasmınızın hamlelerini boşa çıkaracak akılcı bir esneklikle de gösterilir. Kontrolsüz güç, güç değildir; pervasızlıktır ve uzun vadede en çok sahibine zarar verir.
SENTEZ: Öfke ve Aklı Birleştiren Yol
Tez, neden savaştığımızı ve hangi tarihsel mirası savunduğumuzu hatırlatan kalbimizdir. Antitez ise nasıl savaşmamız gerektiğini, gücümüzü ve sınırlarımızı bize söyleyen aklımızdır. Biri olmadan diğeri eksik kalır. Kalpsiz bir akıl ruhunu kaybeder, akılsız bir kalp ise kendini felakete sürükler.
Gerçek beka stratejisi, bu iki sesi birleştirmekten geçer.
Evet, tarihten gelen kuşatılmışlık hissini ve anti-emperyalist refleksi bir bilinç olarak daima diri tutmalıyız. Bu, bizim manevi zırhımızdır. Ancak aynı zamanda, bir o kadar da acımasız bir özeleştiriyle kendi hatalarımıza odaklanmalı, içimizdeki çatlakları onarmalı ve hamasetten uzak, gerçekçi politikalar üretmeliyiz.
Mücadele, tek gözü periskopta dışarıyı gözetlerken, diğer gözüyle de geminin içindeki makine dairesini, çatlakları ve aksaklıkları kontrol eden bir kaptanın maharetini gerektirir. Tarihin öfkesini stratejinin aklıyla birleştirebildiğimiz gün, bu coğrafyanın dağınıklıktan çıkış yolu da aydınlanacaktır.