Vekâlet Savaşlarını Yeniden Yazmak
Türkiye’nin Libya’da son on dört yılda sergilediği dönüşüm, aslında Ankara’nın dış politikada geçirdiği zihinsel evrimin en çarpıcı yansımasıdır. 2011’de Arap Baharının ilk dalgalarında Kaddafi ile muhalifler arasında arabulucu rolüne soyunan, NATO müdahalesine ise mesafeli ve temkinli yaklaşan Ankara, bugün geldiğimiz noktada Libya’nın siyasi, askeri ve ekonomik geleceğini şekillendiren en kritik aktörlerden biri haline gelmiştir.
Bu evrim, reaktif dış politikadan proaktif ve oyun kurucu bir stratejik akla geçişin örnek vaka analizidir. Kısa vadeli bir müdahalenin, nasıl kalıcı jeopolitik kazanıma dönüştürülebileceğinin adeta sahadaki ders notlarıdır.
Türkiye, bu süreçte yalnızca bölgesel bir aktör olmadığını, iradesini sahaya yansıtıp bunu sürdürebilen küresel ölçekte bir güç haline geldiğini de kanıtlamıştır. Dönüşümün kırılma noktası ise kuşkusuz 2019 sonbaharında yaşanmıştır.
Halife Hafter güçlerinin Trablus’u düşürmek üzere olduğu günlerde uluslararası toplum büyük ölçüde sessizliğe gömülürken Ankara, cesur ve stratejik bir karar alarak UMH’nin yardım çağrısına yanıt vermişti. Bu yalnızca askeri bir destek değildi. Sahanın tüm dinamiklerini kökten değiştiren, Libya’daki vekâlet savaşlarının doğasını altüst eden bir hamleydi. Bayraktar TB2’lerin Hafter’e BAE tarafından sağlanan Rus yapımı Pantsir sistemlerini tek tek avlaması, asimetrik bir üstünlüğün inşasıydı.
Bu noktada Türkiye, yalnızca teknoloji ihraç etmedi; aynı zamanda savaşın kurallarını yeniden yazdı. Askeri danışmanların sahadaki komuta-kontrolü üstlenmesi ve yerel güçlere disiplin kazandırması, dağınık milis yapılarını kısa sürede organize bir savunma hattına dönüştürdü.
2020 ortalarında Hafter’in Trablus kapılarına dayanan birlikleri, ağır kayıplar vererek Sirte-Cufra hattına kadar geri çekilmek zorunda kalmıştı. İşte bu yalnızca UMH’nin varlığını korumak değil, aynı zamanda Hafter’in arkasındaki Mısır, BAE ve Rusya üçgeninin stratejilerini yeniden gözden geçirmesine yol açan bir jeopolitik kırılmaydı.
Türkiye, elde ettiği bu askeri zaferi hızla diplomatik ve stratejik bir çıpaya dönüştürdü. Vatiyye Hava Üssü’nün kontrol altına alınması, yalnızca Libya’nın batısında hava üstünlüğü sağlamakla kalmadı aynı zamanda Türkiye’ye Orta Akdeniz’de eşsiz bir güç projeksiyonu imkânı sundu. Misrata’daki deniz üssündeki varlık bu etkinin deniz boyutunu pekiştirirken, 2019’da imzalanan Deniz Yetki Alanları Mutabakatı Ankara’yı Doğu Akdeniz enerji denkleminin merkezine oturttu. Yunanistan ve GKRY’nin tezleri boşa düşerken, Mısır ve İsrail enerji planlarını yeniden hesaplamak zorunda kaldı. Türkiye’nin Libya’daki askeri varlığı, “Mavi Vatan” doktrinine somut bir zemin kazandırarak Doğu Akdeniz’deki jeopolitik denklemi kökten değiştirdi. Dahası, Ankara yalnızca Trablus merkezli güçlerin garantörü olmakla yetinmedi aynı zamanda Hafter ve doğudaki Bingazi ekseni ile de pragmatik diyalog kanalları kurarak oyunun tamamını kontrol edebilen bir aktör konumuna geldi. Erdoğan’ın bir dönem “darbeci” ve “paralı asker destekçisi” olarak nitelediği Hafter ile dolaylı temaslar kurulması, hatta oğullarının Ankara’ya davet edilmesi, Türkiye’nin ideolojik değil stratejik akılla hareket eden çok katmanlı diplomasisinin göstergesiydi. Böylece Türkiye, Libya’da nihai çözümün kendi onayı olmadan gerçekleşemeyeceğini açıkça ortaya koymaktaydı.
Bugün gelinen noktada Libya sahasında Türkiye’nin gücü yalnızca askeri değil, aynı zamanda diplomatik, ekonomik ve stratejik alanlarda hissedilmektedir. Bu tablo, Afrika’daki büyük güç rekabetinin de Türkiye lehine dönüştüğünü göstermektedir. Fransa, Libya’da etkinliğini kaybederken Sahel hattında darbe üstüne darbe yiyen etkisiz bir aktöre dönüşmüştür. Rusya, Wagner üzerinden varlık gösterse de Ukrayna savaşı nedeniyle kapasitesini kaybetmiş, Mısır iç sorunlarına hapsolmuş, BAE ise etkinliğini sürdürecek kalıcı zeminden yoksun kalmıştır. Buna karşın Türkiye, hem Libya hem de Kuzey Afrika’da istikrarlı biçimde varlığını tahkim etmiş, Akdeniz’in güneyinde kalıcı üsler kurarak bölgesel güç olmanın ötesinde küresel denklemlerde yer açmıştır. Libya dosyası, Ankara’nın 2011’deki tereddütlü aktörlüğünden, bugün bölgenin kaderini belirleyen oyun kurucu süper güce dönüşümünün en net laboratuvarıdır. Türkiye, sahadaki askeri gerçeklikleri diplomasiyle tahkim ederek yalnızca Libya’nın değil, Doğu Akdeniz ve Afrika’nın geleceğinde kalıcı söz sahibi olmuştur. Bu, Türk dış politikasının son on yıldaki en stratejik kazanımıdır.