Ortadoğu’da Güç Dengesi Yeniden Kuruluyor
Ortadoğu’nun stratejik fay hatları, geri dönülmez bir biçimde hareketlenirken, son dönemde İsrail ve Suriye arasında Fransa’da, Tom Barrack’ın arabuluculuğuyla yürütülen gizli temaslar, aslında çok daha büyük bir jeopolitik kırılmanın sadece yüzeye yansıyan küçük bir parçasıydı. Bu görüşmelerin beklentilerin aksine sahada hiçbir karşılık bulamaması ve hızla anlamını yitirmesi tesadüf değildir. Zira bölgenin kaderini artık Tel Aviv’in dar koridorlarda yürüttüğü diplomasi değil, Ankara’nın sahada ortaya koyduğu kararlı ve dönüştürücü güç iradesi belirlemektedir. Türkiye’nin Suriye’nin kuzeyindeki özerklik heveslerine ve terör yapılanmalarına karşı sergilediği net ve sert tavır, sadece bir güvenlik operasyonu olmanın ötesinde, İsrail’in on yıllardır ilmek ilmek ördüğü bölgesel denge politikasını temelden sarsan stratejik bir hamledir. Bu, artık bir varsayım değil, sahanın bizzat kendisinin dayattığı jeopolitik bir gerçektir. İsrail için en büyük ve en korkutucu rakip, artık Tahran’ın dolaylı ve asimetrik tehditleri değil, yanı başında konvansiyonel bir dev olarak yükselen Türkiye’dir.
İsrail’in 1948’den beri Suriye’ye yönelik politikası, Şam’ı zayıflatmak, iç savaş ve kaosla enerjisini tüketmek, etnik ve mezhepsel fay hatlarını derinleştirerek parçalı bir yapı oluşturmak üzerine kuruluydu.
Golan Tepeleri’nin ilhakı, bu stratejinin yalnızca bir sonucuydu. İsrail’in asıl hedefi, sınırlarında kendisine meydan okuyamayacak kadar bölünmüş, istikrarsız ve zayıf bir Suriye yaratmaktı. Bu amaçla yıllarca Kürt, Dürzi ve Alevi gruplar gibi “tampon unsurlar” üzerinden nüfuz alanları inşa etmeye çalıştı. Ancak değişen küresel dengeler ve özellikle ABD ile Rusya gibi büyük güçlerin enerjilerini başka coğrafyalara kaydırmasıyla doğan boşluğu, Türkiye öngörülemeyen bir hız ve etkinlikle doldurmuştur. Ankara, Suriye’deki özerklik arayışlarını basit bir terör sorunu olarak değil, kendi ulusal bekasına ve bölgenin istikrarına yönelik varoluşsal bir tehdit olarak okumaktadır. Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ın “gerekirse güç kullanmaktan çekinmeyeceğiz” ifadesi, bu nedenle sadece yerel unsurlara değil, onların arkasındaki akıl olan İsrail’e verilmiş üstü kapalı ancak son derece net bir ültimatomdur.
Sahadaki somut örneklere baktığımızda bu dönüşüm daha net görülmektedir.
Türkiye, Fırat Kalkanı, Zeytin Dalı ve Barış Pınarı Harekâtlarıyla İsrail destekli özerklik projelerine fiili olarak set çekmiştir. Bugün ise mesele, sadece askeri operasyonlarla sınırlı değildir. İran’ın Suriye’deki etkisinin zayıflamasıyla Ankara, Şam yönetimiyle ilişkilerinde yeni bir sayfa açarak Suriye Ordusu’na eğitim desteği vermekte, üst düzey subay rotasyonları gerçekleştirmekte ve en kritik noktalara ağır silah transferleri yapmaktadır. Bu, İsrail için bir kâbus senaryosudur. Çünkü Türkiye, Suriye’nin iç savunma mekanizmalarına entegre olarak, örneğin Hama gibi stratejik bir havaalanının kontrolünü dolaylı yoldan ele alarak İsrail’in hava operasyonlarını ve hareket serbestisini doğrudan tehdit etme kapasitesine ulaşmaktadır. İsrail’in geleneksel olarak kullandığı “denge siyaseti” piyonları, Ankara’nın bütüncül ve kararlı müdahalesi karşısında işlevsiz kalmaktadır. Böylece Suriye’de güç kaybeden ve oyun kurma yeteneğini yitiren taraf net bir şekilde İsrail olmaktadır. Ankara ise Suriye’nin toprak bütünlüğünü savunarak ve merkezi otoriteyi güçlendirerek uzun vadede bölgesel barışa ve istikrara en büyük katkıyı sunacak yegâne aktör konumuna yükselmektedir.
Bu yeni rekabetin en kritik boyutu ise askeri ve teknolojik alanda yaşanmaktadır. İsrail’in yıllardır dayandığı teknolojik üstünlük ve askeri caydırıcılık miti, Türkiye’nin milli ve özgün savunma sanayii ekosistemi karşısında hızla erimektedir. Türk SİHA’larının (Bayraktar TB2, Akıncı, Anka) Karabağ’dan Libya’ya ve Ukrayna’ya kadar birçok savaşın kaderini değiştirmesi, TCG Anadolu gibi bir uçak gemisine sahip olması, kendi hava savunma sistemlerini (Hisar, Siper) geliştirmesi ve kara gücünün konvansiyonel kapasitesi, İsrail’in artık kolayca rekabet edemeyeceği bir seviyeye işaret etmektedir. Olası bir doğrudan çatışma durumunda, bu artık 1967’deki gibi tek taraflı bir zafer olmayacaktır. Türkiye’nin sahip olduğu derinlik, askeri kapasite ve teknoloji, İsrail’e çok ağır kayıplar verdirebilecek güçtedir. Böyle bir savaş, İsrail için sadece askeri bir hezimet değil, aynı zamanda üzerine inşa ettiği “yenilmezlik” imajının ve uluslararası arenadaki itibarının tamamen çökmesi anlamına gelecektir.
İşte!
İsrail için asıl korkulması gereken tehdit budur… Çünkü Türkiye, ne Mısır gibi barış anlaşmasıyla ehlileştirilebilecek, ne de İran gibi yaptırımlarla sınırlandırılabilecek bir rakiptir. Aksine, kendi kaderini kendi çizen, oyun kuran ve gerekirse bu oyunu güç kullanarak bozan yeni bir bölgesel süper güçtür. İsrail’in güvenlik doktrinini artık İran odaklı değil, Ankara’nın bu karşı konulamaz yükselişini merkeze alarak yeniden yazmaktan başka çaresi kalmamıştır.