IMEC Projesi Karşısında Türkiye’nin Yol Haritası Ne Olmalı?
Jeopolitik Kuşatma ve Stratejik Zorluklar
21. yüzyılın başından bu yana hız kazanan çok kutuplu dünya düzenine geçiş süreci, artık yalnızca askeri değil, aynı zamanda lojistik, enerji ve dijital altyapılar üzerinden yürütülen jeostratejik rekabetin de sahnesi hâline gelmiştir. Bu dönüşüm bağlamında Hindistan-Orta Doğu-Avrupa Ekonomik Koridoru (IMEC), yüzeyde bir ekonomik geçiş hattı olarak görünse de, aslında derin yapısında Türkiye’yi bölgesel denklemden dışlamak üzere inşa edilmiş sofistike bir jeopolitik kuşatma girişimidir.
ABD’nin kurumsal stratejisi, İsrail’in güvenlik vizyonu ve Hindistan-Körfez ekseninin sermaye gücüyle şekillenen bu hat, Türkiye’nin doğu-batı eksenindeki tarihsel geçiş rolünü yeniden tanımlamakta ve bölgesel gücünü sınırlandırmayı hedeflemektedir.
IMEC’in önerdiği güzergâh, Dubai limanlarını Hayfa’ya bağlayarak Süveyş Kanalı’na alternatif bir taşımacılık hattı sunmakta ve bu rota üzerinden Avrupa’ya daha hızlı ulaşım vaat etmektedir. Ancak bu altyapı projesi yalnızca maliyet ve hız optimizasyonuna dayanmamaktadır.
Türkiye’nin İstanbul, İzmir ve Mersin gibi geleneksel lojistik merkezlerini bypass eden bu hat, Türkiye’nin Asya–Avrupa transit trafiğindeki tekelini kırmaya dönük bir stratejik dizayndır.
Bu yeni koridorun hayata geçmesi, yalnızca Türkiye’yi dışlayan bir ekonomik ağ yaratmakla kalmayacak, aynı zamanda Filistin meselesi üzerinden yürütülen diplomatik söylemin merkezini de Körfez eksenine kaydıracaktır.
Ankara açısından IMEC’in taşıdığı risk yalnızca ekonomik değildir. Bu yapı, Türkiye’nin İslam dünyasındaki ahlaki liderliğine ve Filistin davasındaki temsil gücüne yönelik uzun vadeli bir meşruiyet zayıflatma stratejisini de içermektedir. Gazze’nin yeniden yapılandırılmasında Ürdün, Mısır ve Suudi Arabistan gibi ülkelerin devreye sokulması, Ankara’nın bölgesel hassasiyetlerinin ve diplomatik varlığının bilinçli şekilde çevrelendiğini göstermektedir. Bu durum, uzun vadede Filistin meselesinde Ankara’nın dışlanması ve Kudüs merkezli diplomatik etki alanının daraltılması gibi sonuçlar doğurabilir.
Bu kapsamlı kuşatmayı kırmak için Türkiye’nin atması gereken adımlar, çok katmanlı bir stratejik vizyonla şekillendirilmelidir. İlk olarak, ekonomik altyapı cephesinde, Kalkınma Yolu Projesi mutlak öncelik olarak tamamlanmalıdır. Fav Limanı’ndan başlayarak Türkiye sınırındaki Ovaköy’e uzanan bu demiryolu ve otoyol hattı, yalnızca IMEC’e alternatif oluşturmaz, aynı zamanda çok daha doğal ve maliyet etkin bir güzergâh olarak öne çıkar. Bu proje, Bakü–Tiflis–Kars hattıyla entegre edildiğinde ve Zengezur Koridoru üzerinden Orta Asya’ya bağlandığında, Türkiye merkezli bir “Türk Avrasya Süper Koridoru”nun omurgası hâline gelecektir. Bu stratejik güzergâh, IMEC’in sunduğu sınırlı ekonomik faydaları gölgede bırakacak küresel bir transit sistem potansiyeline sahiptir.
İkinci olarak enerji politikalarında Türkiye’nin oynayacağı rol kritik önem taşımaktadır. Doğu Akdeniz’deki hidrokarbon kaynaklarının Avrupa’ya ulaştırılmasında Türkiye’nin birincil geçiş güzergâhı olması gerekmektedir. Mersin, Ceyhan ve İskenderun limanlarının sadece petrol ve doğal gaz değil, aynı zamanda yeşil enerji ticaretinde de merkez üssü olarak konumlandırılması, Türkiye’nin enerji diplomasisinde oyun kurucu statüsünü pekiştirecektir. Libya ile deniz yetki alanları anlaşması çerçevesinde, Gazze açıklarında yapılacak sondaj ve sismik araştırmalar ise, hem hukuki bir hak savunusu hem de stratejik bir varlık göstergesi olacaktır.
Diplomatik boyutta ise Türkiye’nin pozisyonunu yalnızca tepki veren bir ülke olmaktan çıkarıp yeniden yön veren bir liderliğe taşıması zorunludur. İslam İşbirliği Teşkilatı’nı daha etkin ve yapısal bir forma sokmak, bu çerçevede Malezya, Endonezya ve Pakistan gibi ülkelerle birlikte bir “Kudüs Güvenlik ve Refah Konsorsiyumu” oluşturmak elzemdir. Bu konsorsiyumun faaliyetleri, BM düzeyinde uluslararası hukuk temelli lobi faaliyetlerini de kapsamalı; işgal altındaki topraklarda sürdürülen yasa dışı altyapı yatırımlarına karşı yaptırım çağrıları ve diplomatik kampanyalar yürütmelidir. Böylece Türkiye, yalnızca söz söyleyen değil, aynı zamanda çözüm üreten bir merkez ülke kimliğiyle öne çıkacaktır.
Askeri düzlemde ise caydırıcılık unsurları yeniden yapılandırılmalıdır. TCG Anadolu ve MİLGEM sınıfı savaş gemileriyle Akdeniz’de oluşturulacak deniz devriye hatları, sadece güvenlik açısından değil, aynı zamanda sembolik egemenlik açısından da hayati rol oynayacaktır. Akdeniz’deki hak ve menfaatlerin korunması, Türkiye’nin deniz yetki alanlarındaki iddialarının arkasında gerçek bir güç gösterisiyle durmasını gerektirmektedir. Bu caydırıcılık sadece askeri değil, aynı zamanda siyasi mesaj içeren bir varlık göstergesidir.
Dijital alanda ise IMEC gibi küresel projelerin belkemiğini oluşturan SCADA sistemleri, lojistik yazılımlar ve veri merkezleri karşısında Türkiye’nin siber güvenlik kapasitesi artırılmalıdır. Asimetrik siber savunma ve saldırı yetenekleri geliştirilerek, Türkiye’nin dijital ortamda da proje karşıtı senaryolar üretebilecek bir konuma taşınması gereklidir. Siber alanda elde edilecek bu kapasite, klasik altyapı savaşlarının ötesine geçerek, geleceğin hibrit güvenlik ortamına hazırlıklı bir Türkiye vizyonu oluşturacaktır.
Tüm bu stratejik önerilerin zemininde ise, güçlü bir tarihsel bilinç ve entegre jeopolitik okuma gereklidir. 1903’te Bağdat Demiryolu nasıl Osmanlı’nın kaderini belirlediyse, bugün de IMEC hattı benzer bir dönüm noktasını temsil etmektedir. Osmanlı’nın Hicaz Demiryolu, CENTO gibi Soğuk Savaş projeleri ve Kuşak-Yol Girişimi gibi çağdaş yapılar dikkatle incelendiğinde, dış akıllarla kurulan yapay bağların kalıcılığı değil, iç akılla inşa edilen stratejik planların belirleyici olduğu görülmektedir.
Bu bağlamda Türkiye, 2026 yılına kadar planlayacağı çok uluslu bir lojistik tatbikatla, kendi alternatif koridorunun güvenlik düzeyini ve stratejik üstünlüğünü ortaya koyabilir. “Körfez–Akdeniz Lojistik Oyunu” başlıklı böyle bir tatbikat, yalnızca NATO müttefikleriyle askeri iş birliğini pekiştirmez, aynı zamanda Türkiye’nin bölgesel güvenlik mimarisinde taşıdığı merkezi rolü de uluslararası kamuoyuna hatırlatır.
Sonuç olarak, Türkiye’nin önünde yalnızca bir koridor mücadelesi değil, bir temsil ve kader meselesi bulunmaktadır. Anadolu coğrafyası, ya küresel lojistik ve enerji sistemlerinin merkezinde yer alacak bir süper koridora ev sahipliği yapacak ya da küresel sistemin çevresinde, etkisiz bir transit ülke olarak kalacaktır. Bu tercihi belirleyecek olan, yalnızca coğrafi avantajlar değil; Ankara’nın stratejik iradesi, entegre vizyonu ve cesur adımları olacaktır. Tarih bir kez daha Türkiye’ye kendi kaderini yazma fırsatı sunmaktadır. Şimdi mesele bu fırsatı hakkıyla kullanma meselesidir.