Hz. Peygamber (s.a.v.), kitap ehline karşı sahabesini teyakkuz hâlinde tutmuştur. Kur’an’ın da beyan ettiği gibi, Yahudiler ve Hristiyanlar Müslümanları kendilerine benzetmek için yoğun çabalar sarf etmişlerdir. Bu bağlamda şu ayetin bilinmesi çok önemlidir: “وَلَنْ تَرْضٰى عَنْكَ الْيَهُودُ وَلَا النَّصَارٰى حَتّٰى تَتَّبِعَ مِلَّتَهُمْۜ قُلْ اِنَّ هُدَى اللّٰهِ هُوَ الْهُدٰىۜ وَلَئِنِ اتَّبَعْتَ اَهْوَٓاءَهُمْ بَعْدَ الَّذ۪ي جَٓاءَكَ مِنَ الْعِلْمِۙ مَا لَكَ مِنَ اللّٰهِ مِنْ وَلِيٍّ وَلَا نَص۪يرٍ” “Yahudiler de, Hıristiyanlar da, kendi dinlerine uymadığın sürece, senden asla hoşnut olmayacaklardır. (Siz Allah’ın ayetlerine iman ettiğiniz sürece, onlar sizi hiçbir zaman benimsemeyecek, hiçbir zaman dost ve müttefik olarak görmeyeceklerdir. Uydurdukları hurafelerle ve yaptıkları iftiralarla Allah’ın dinini tanınmaz hâle getiren bu zâlimlere) de ki: “Asıl doğru yol, (sizin kuruntu ve iddialarınız değil) Allah’ın gösterdiği yoldur!” Yemin olsun ki sana (bu Kur’an aracılığıyla gerçek) ilim geldikten sonra, yine de onların arzu ve heveslerine uyacak olursan, kendini Allah’ın gazabından kurtaracak ne bir dost bulabilirsin, ne de bir yardımcı!”[1]
Yüzlerce ayet, Müslümanların, Yahudileri ve Hristiyanları veli edinmemeleri hususunda nazil olmuştur. Çünkü onların amaçları, Müslümanları dinlerinden ayırmaktır. Bunları en iyi bilen Resûlullah Efendimiz, kitap ehline karşı Müslümanlara şu uyarıyı yapmıştır: “Sakın ha kitap ehline (dinle alakalı) bir şey sormayınız. Kendileri haktan sapan bir toplum size nasıl doğruyu göstersin.”[2] Bir defasında Resûlullahın yanında şu ayet okundu: “فَاِنْ كُنْتَ ف۪ي شَكٍّ مِمَّٓا اَنْزَلْنَٓا اِلَيْكَ فَسْـَٔلِ الَّذ۪ينَ يَقْرَؤُ۫نَ الْكِتَابَ مِنْ قَبْلِكَۚ لَقَدْ جَٓاءَكَ الْحَقُّ مِنْ رَبِّكَ فَلَا تَكُونَنَّ مِنَ الْمُمْتَر۪ينَۙ” “Ey Rasûlüm, eğer sana indirdiğimiz kıssa ve haberlerden şayet şüphe edecek olursan, senden evvel kitap (Tevrat) okuyanlara sor; (o kitabın aslında da da bu haberler vardır). Yemin olsun ki, onlar hak ve doğru olarak Rabbin tarafından sana geldi. O halde sakın şüphe edenlerden olma.”[3] Kitap ehline sormayı muhayyer bırakan bu ayet nazil olunca Peygamber Efendimiz; “Kur’an’dan asla şüphe etmiyorum ve onlara da sormuyorum” buyurmuştur.[4]
Cabir b. Abdillah kanalıyla gelen rivayette ise; “Kendileri sapıtmış bir toplum olan kitap ehline sakın (dinle alakalı bir şey) sormayın. Şayet sorarsanız, sonunda ya bir batılı kabul etmiş veya bir hakkı yalanlamış olabilirsiniz. Aranızda bugün musa peygamber bile olsaydı bana tabi olması gerekirdi.”[5] Çünkü Resûlullah son peygamberdir ve onun gelişiyle beraber önceki dinlerin uygulamaları ilga edilmiştir. Abdullah b. Mesud, şayet sorarsanız, söylediklerine bir bakın. Kur’an’a uygun düşenleri alın, Allah’ın kitabına aykırı olanları ise reddedin.”[6] Sahabenin şehadetiyle sabittir ki kitap ehli, Tevrat’ı İbranice olarak okuyup Müslümanlara Arapça tefsir ediyorlardı. Resûlullah bu durumda şu tavsiyeyi yaptı: “Onları tasdik de etmeyin, yalanlamayın da. Deyin ki: Rabbimizin bize indirdiklerine iman ettik.”[7] Yahudiler tefsir ederken metinde olmayan şeyleri katarak Müslümanlara yanlış bilgiler sunabilirler. Bundan dolayı Hz. Peygamber temkinli olmayı tavsiye etmiştir. Onların bu tahrifkâr ve tebdilci tutumlarını bilen Ebû Musa el-Eşarî şu tespiti yapmıştır: “İsrailoğulları elleriyle bazı kitaplar yazıp onlara tabi oldular ve Tevrat’ı terk ettiler.”[8] Bu rivayet Buhari tarafından hadis olarak da verilmiştir.[9]
Sahip oldukları yanlış bilgilerden ve vahye ihanetlerinden dolayı müfessir sahabi Abdullah b. Abbas kitap ehline soru sormakla alakalı şu uyarıyı yapmıştır: “Yanınızda en yeni haberleri içeren Allah Teâlâ’nın kitabı dururken nasıl olurda kitap ehline sorular sorarsınız. Yahudiler, elleriyle kitaplar yazıp vahyi değiştirdiler, tahrif ettiler; sonra da aldıkları paralar karşılığında bu uydurma kitapların Allah katından geldiğini söylediler. Allah’ın gerçek vahyi yanınızdadır. Ona hiçbir beşer sözü karışmamıştır. Onlardan biri size hiç Allah’ın indirdikleiyle ilgili soruyorlar mı?”[10] Bu çerçevede İbni Abbas’ın şu değerlendirmesi çok önemlidir: “Kur’an-ı Kerim, müheymindir. (Tüm geçmiş kitapların arzedildiği denetleyici ve gözetleyici kaynaktır.) Daha önceki kitapların üzerine de emindir.”[11] Denetleyici ve güvenirlik özelliği Kur’an’ın temel vasıflarıdır. Herşey ona arz edilecek iken gayrimüslimlere dinle alakalı sorular sormak vahyin ruhuna aykırıdır.
Allah’ın ahkâmını değiştiren ve küfreden[12] bu kimselerden bilgi almayı Hz. Peygamber hoş karşılamamıştır. Konuyla ilgili şu örnek tüm zamanlar için çok önemlidir: “Hz. Ömer, bir gün Resûlullah’ın meclisine geldi ve “Ey Allah’ın Elçisi! Kureyza Kabilesinden bir zata uğradım ve Tevrat’tan birçok şey yazdım. İstersen sana arz edebilirim” dedi. Bu söz üzerine Resûlullah’ın (üzüntüden) rengi değişti. Durumu gören Abdullah b. Mesud, hz. Ömr’e döndü ve “Allah senin aklını alsın! Resûlullah’ın rengi değişti. Yüzünü görmüyor musun?” Durumun vahametini gören Hz. Ömer şöyle dedi: Biz, Rab olarak Allah’a, din olarak İslâm’a, peygamber olarak Muhammed (s.a.v.)’e razı olduk” dedi. Hz. Peygamber, Ömer’in bu sözlerinden dolayı çok sevindi ve şöyle buyurdu: “Bugün Musa aranızda olsa da siz bana değil de ona tabi olsanız dalalette olursunuz. Ümmetlerden siz benim payıma, peygamberlerden de ben sizin payınıza düştüm.”[13] Burada Resûlullah, kendisinin son peygamber oluşuna ve şeriatının da önceki şeriatları ilga ettiğine dikkat çekmektedir.
Konu Hz. Musa değil; zatının son elçi ve dininin nâsih olmasıdır. Buna iman etmeyen kimsenin hidayeti yoktur. İslâm’ın dışındaki hiçbir din makbul değildir.[14] Hz. Peygamber böyle buyurmuşken Müslümanların, dinlerini müsteşriklerden öğrenmesi düşündürücüdür. İslâm’ı öğrenmek için Avrupa’ya Hristiyanlardan din öğrenmeye gidenler, gerçekten İslâm’ı mı tahsil ediyorlar, yoksa Hristiyanlar, Müslümanların kafalarına şüphe tohumları mı ekiyorlar. Bizim kanaatimiz ikincisidir. Batıdan gelen ilahiyatçılarımızın çoğunun dinimizin kaynaklarıyla sorunlu olmasının nedenleri üzerinde durulmaya değer. Velhasıl, İsrailiyat dâhil kitap ehlinden nakiller yapanların veya yapılmasına cevaz verenlerin çoğunun bu rivayetlerden haberleri yoktur. Bir iki rivayeti alıp bunlar üzerinden genelleme yapmak ilmi bir üslup olamaz. Ayrıca bu hadisler öğrenilip fıkhı yapılmadan oryantalislerden din öğrenilmez. Daha açık söylemle kâfirden İslâm öğrenmek asla doğru bir uygulama değildir. Zaten kâfirlerden İslâm’ı öğrenip de arızasız ve hastalıksız hakka Müslüman kalan kaç kişi vardır.
Hz. Peygamber(s.a.v.), kitap ehlini itikadi anlamda sapkın kimseler olarak görmüştür. İnanç bağlamında onlara asla sempati duymamıştır. Bundan dolayı kitap ehline karşı selam vererek söze başlamayı nehyetmiştir: “Yahudi ve Hristiyanlara ilk defa selamı vereren siz olmayın…”[15] Çünkü selam, insanın sağlığına, ömrüne, kazancına, bela ve musibetlerden korunmasına yapılan dua cümlesidir. Hayatını isyan içerisinde geçirenlere bu dualar yapılmaz. Bu dualara layık olanlar, Allah Teâlâ’ya ve Resulüne hakkıyla iman eden mü’minlerdir. Şayet onlar önce selam verecek olurlarsa, Peygamber Efendimiz; “ve aleyküm” diyerek cevap vermeyi emretmiştir.[16]
Bizlere örnek olan Hz. Peygamber, Bizans kralına yazdığı mektubun giriş kısmında; “Esselâmü alâ menittebeal hüdâ/selam hidayete tabi olanlaradır” diyerek, kâfire selam verilmeyeceğini göstermiştir.[17] Selam hidayet ehlinin hakkıdır. “Mağdûbun/gazaba uğrayanların” ve “dalalet ehlinin/sapıkların” selama liyakatleri yoktur.[18] Müslümanların aksırdıkları zaman bile Resûlullah’tan dua aldıklarını bilen kitap ehli, Hz. Peygamber’in yanında aksırarak, “yerhamükellah/Allah’ın rahmeti üzerine olsun” duasını beklemişlerdir. Hayatının her anını teyakuz hâlinde geçiren Peygamber Efendimiz; “Allah size hidayet versin, durumunuzu ıslah etsin” buyurarak, onlara rahmet yerine hidayet duası yapmıştır.[19] Bu dua ile kitap ehlinin dalalette oluşuna da vurgu yapılmıştır. Bu dalalet ehlinden her kim ki hem kendilerine gönderilen peygambere, hem de Hz. Muhammed(s.a.v.)’e iman ederek Müslümanlığı tercih ederse iki kat sevap alacağını Resûlullah müjdelemiştir.[20]
Hz. Peygamber, kitap ehlinin Hicaz bölgesinde siyasal etkinlik içerisinde hâkim faktör olmalarını istemiyordu.[21] Bu uygulamanın öncesinde Medine’den tüm Yahudileri sürgün etmiştir. Konuyla ilgili Hz. Ömer’in Resûlullah’tan şöyle bir açıklama duyduğu rivayet edilmektedir: “Yahudileri ve Hristiyanları Arap yarımadasından çıkaracağım; oraya Müslümanlardan başkası yerleşmeyecektir.”[22] Şöyle bir rivayet bu bağlamda çok ilginçtir: Hz. Peygamberin almış olduğu en son ahit; Arap yarımadasında iki dinin bir arada olamayacağıdır.[23] Müslümanlar aynı bölgeyi kitap ehliyle paylaşmak istememişlerdir. Günümüzde Filistin ve havalisindeki Yahudi yayılmacılığı Hz. Peygamber’in ne kadar haklı olduğunu ortaya koymaktadır.
Hz. Peygamber(s.a.v.), Müslümanların zimmetinde olan kitap ehli vatandaşları her zaman korumuş ve onlarla ilgili valilere kararnameler göndermiştir. İslâm devletiyle ahdi olanlar özgürce yaşamışlar ve dinlerinin gereklerini icra etmişlerdir. Hatta bu bağlamda yaptığı şu açıklama çok önemlidir: “Kim ki zimmet ehlinden birini haksız yere öldürecek olursa, çok uzun mesafelerden alınan cennetin kokusunu onlar alamayacaklardır.”[24]
İslâm, kitap ehlini Allah Teâlâ’ya yaptıkları iftira, hak dini tahrif ve tebdil, peygamberlere iftira ve suikast, kitaplara ekleme ve çıkarma, kendilerini sahte aidiyet üzerinden kurtulmuş millet ilan etmeleri, kendilerine benzemeyenlere savaş açmaları, gerçekleri gizlemeleri, Hz. Muhammed (s.a.v.)’e düşmanlıkları üzerinden tenkit etmiştir. Özellikle de Müslümanların, Yahudileri ve Hristiyanları hayatın belirleyicisi yapmalarını; onları velayet makamına getirmelerini istememiştir. Hatta sert bir üslupla yasaklamıştır. Hasbelkader Müslümanların egemen olduğu aynı coğrafyada bir araya geldiklerinde ise onlarla insani muamelelerini en güzel seviyede tutmalarını emretmiştir. Onların her türlü emniyetlerini garanti altına almayı yöneticilere bildirmiştir. Medine İslâm devletinden başlayan bu süreç, Osmanlı’nın yıkılışına kadar devam etmiştir. İslâm coğrafyasındaki kitap ehline ait kültürel ve dini mirasın hâlâ varlığını koruması bunun en önemli kanıtıdır.
[1] Bakara 2/120
[2] Abdürrezzak, Musannef, Had. No: 19209, c. X, s. 312; Beyhaki, salat, 119, Had. No: 2238, c. II, s. 17.
[3] Yunus 10/94
[4] Abdürrezzak, Musannef, Had. No: 10211, c. VI, s. 126.
[5] Ahmed, Müsned, c. III, s. 338.
[6] Abdürrezzak, Musannef, had. No: 10162, c. VI, s. 112.
[7] Ahmed, Müsned, c. IV, s. 136; Hazin, Lübab’ü-t Te’vil, c. I, s. 89.
[8] Dârimi, Sünen, c. I, s. 135.
[9] Heysemi, Zevaid, c. I, s. 192.
[10] Abdürrezzak, Musannef, Had. No: 10159, c. VI, s. 110;Hâkim, Müstedrek, Had. no: 3041, c. II, s. 289.
[11] Buhari, 66, Tefsir, I, c. VI, s. 96.
[12] Şâfii, er-Risale, s.8.
[13] Abdürrezzak, Musannef, Had. No: 10164, c. VI, s. 113; Ahmed, Müsned, c. III, s. 470.
[14] Hazin, Lübab’u-t Te’vil, c. I, s. 282.
[15] Abdürrezzak, Musannef, Had. No: 19459, c. X, s. 392; Tirmizi, 12, İsti’zan, Had. No: 2700, c. V, s. 60.
[16] Buhari, Edeb’ü-l Müfred, c. II, s. 459.
[17] Hazin, Lübab’u-t Te’vil, c. I, s. 271.
[18] Heysemi, Zevaid, c. VI, s. 208.
[19] Buhari, Edeb’ü-l Müfred, c. II, s. 466.
[20] Abdürrezzak, Musannef, Had. No: 13113, c. VII, s. 270;Buhari, 3, ilim, 31, Had. No: 97.
[21] Abdürrezzak, Musannef, Had. No: 19372, c. X, s. 361.
[22]Abdürrezzak, Musannef, Had. No: 19365, c. X, s. 359.
[23] İbni Hişam, a.g.e. c. IV, s. 316.
[24]Hâkim, Müstedrek, had. No: 2580, c. II, s. 137.