Türkiye’nin Terörden Arınmış Geleceğinde Proaktif Güç Mimarisi

Yeni Yüzyıl Doktrini

Türkiye, bir çağın kapanışına, başka bir çağın başlangıcına tanıklık ediyor. PKK terör örgütünün silahsızlandırılması ya da fiilen tasfiyesi gibi tarihsel bir eşik, sadece bir güvenlik başarısı değil; yeni bir devlet aklının, yeni bir dış politika refleksinin doğumuna işaret ediyor. Yarım asırdır terörle yaşamaya koşullandırılmış bir milletin, artık bu yükten kurtularak rotasını yeniden çizmesi gerekiyor. Fakat bu yeniden çizim, sadece bir “rahatlama” hali değil; başlı başına bir “vizyon” meselesidir.

Türkiye, artık sadece terörle mücadele eden bir devlet değil; terörle mücadeleden doğan stratejik kazanımları bölgesel ve küresel düzleme taşıyabilecek donanımda bir aktör olmak zorundadır. Çünkü coğrafya, bu millete sadece sınırlar değil, sorumluluklar da yükler. Bu sorumluluk, Anadolu’nun tarih boyunca merkezî bir güç olmasıyla doğrudan ilişkilidir. Anadolu toprakları, Roma’dan Selçuklu’ya, Osmanlı’dan bugünkü Türkiye’ye kadar hep sadece savunulan değil; etrafına yön veren bir merkezin adı olmuştur. Bu merkez, bugün tekrar uyanmaktadır.

Yeni dış politika ve güvenlik vizyonu, bu tarihsel yükü omuzlayabilecek bir stratejik çerçeveye ihtiyaç duyar. İşte bu çerçeve, “Çok Katmanlı Denge ve Proaktif Caydırıcılık Doktrini” ile tarif edilebilir.

Bu doktrin, Türkiye’nin on yıllardır içine hapsolduğu savunmacı, reaktif ve Batı’ya odaklı güvenlik anlayışından çıkarak; çok yönlü, esnek ve stratejik derinliği olan bir çizgiye geçmesini öngörür. Bu çizgi, artık Türkiye’nin bir tehdide nasıl cevap vereceğini değil; tehditlerin nasıl şekilleneceğini belirleyen bir aktör olmasını hedefler.

Bu vizyon, dış politikada da köklü bir dönüşümü beraberinde getirmektedir. Artık Türkiye, geleneksel müttefikleriyle (ABD, AB ve NATO çevresi) olan ilişkilerini koşulsuz sadakat üzerinden değil, “şartlı iş birliği” ve “stratejik sınırlama” ilkesi üzerinden tanımlamalıdır. Çünkü gerçek bağımsızlık, sadece toprak bütünlüğü değil; karar süreçlerinde serbest hareket edebilme kabiliyetidir. Bu nedenle, Türkiye’nin Batı ile ilişkilerini yeniden tanımlarken, Rusya ve İran gibi revizyonist güçlerle geliştireceği taktiksel ortaklıkları bir denge unsuru olarak kullanması kaçınılmazdır. Burada mesele, taraf olmak değil, kendi eksenini inşa ederek eksenler arası dengeyi yöneten olmaktır.

Bu noktada Türkiye, Şangay İş Birliği Örgütü, BRICS+, Türk Devletleri Teşkilatı gibi platformlarla daha derin ve teknik içerikli ilişkiler geliştirerek; Batı’nın alternatifsiz olmadığını göstermelidir. Soğuk Savaş döneminde Finlandiya’nın izlediği dengeleme politikası gibi, Türkiye de kendi güvenlik doktrinini kurarken; çok kutuplu dünyada manevra kabiliyetini azamiye çıkarmalıdır. Bu çok katmanlı denge, Türkiye’ye sadece diplomatik alan değil, ekonomik ve savunma sanayii bağlamında da yeni açılımlar sağlayacaktır.

Ancak bu doktrinin en ayırt edici unsurlarından biri, Türkiye’nin artık yalnızca sahada değil, masada da proaktif bir mücadeleye girişmesidir. “Hukuki taarruz” ve “siyasi tazminat” stratejisi, Türkiye’nin Batı destekli terör faaliyetlerine karşı sadece güvenlik refleksiyle değil; uluslararası hukuk normları üzerinden cevap vermesini öngörmektedir. PKK’ya verilen silahların, sağlanan fonların ve siyasi desteklerin NATO, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi ve Birleşmiş Milletler platformlarında açık şekilde gündeme taşınması; Türkiye’yi mazlum konumundan çıkarıp alacaklı ülke pozisyonuna yükseltir. Bu sadece bir hukuk savaşı değil; bir meşruiyet mücadelesidir.

Benzer bir strateji, İsrail bağlamında da devreye sokulabilir. İsrail’in Gazze başta olmak üzere tüm Ortadoğu’yu istikrarsızlaştıran güvenlik politikalarına karşı, sadece askerî değil; diplomatik, psikolojik ve ekonomik çevreleme politikaları yürütülmelidir. ABD Kongresi içinde giderek güçlenen İsrail karşıtı kanatlarla temas kurmak, BM ve Arap Ligi üzerinden İsrail’e karşı çok taraflı baskı oluşturmak, aynı zamanda Lübnan, Ürdün ve Mısır gibi sınır ülkelerinde kriz iletişim hatları kurmak, Türkiye’nin klasik güvenlik anlayışının ötesine geçtiğini gösterir. Bu yeni anlayış, sadece füze değil; diplomasiyle de kuşatma yapabilme kabiliyetidir.

Doğuda ise İran’la PJAK’a karşı yürütülecek istihbarat paylaşımı ve taktik operasyonlar, sınır güvenliği açısından elzemdir. Ancak burada dikkat edilmesi gereken husus, İran’ın tarihsel “stratejik belirsizlik” politikasıdır. Bu politika, her ne kadar kısa vadede iş birliğine açık görünse de; uzun vadede İran’ın bölgesel nüfuz alanlarını genişletmesine zemin hazırlayabilir. Dolayısıyla iş birliği, dikkatli bir dengeyle yürütülmeli; İran’ın kazanımlarını sınırlayan ama ortak tehdit algısını derinleştiren bir pozisyon alınmalıdır.

Suriye özelinde ise PKK’nın tasfiyesiyle oluşacak güç boşluğunun Türkiye lehine doldurulması gereklidir. Bu, sadece askeri olarak değil; diplomatik ve ekonomik araçlarla yapılmalıdır. Şam yönetimiyle yürütülen normalleşme süreci, sadece siyasi bir yakınlaşma değil; güvenli bölgelerin statüsü, mültecilerin onurlu dönüşü ve yeniden inşa projelerinde Türk şirketlerinin rol alması gibi somut kazançlarla desteklenmelidir. Böylece sahadaki askeri varlık, diplomatik ve ekonomik sermayeye dönüştürülmelidir. Bu, savaşan ordunun barış kuran devlet aklına evrilmesidir.

Tüm bu stratejinin askeri dayanağı ise, Türkiye’nin güvenlik yapısının yeniden yapılandırılmasını zorunlu kılar. “Derin savunma” konsepti, sadece iç güvenliğe değil, dış tehditlere karşı da hazır olunması anlamına gelir. Terörle mücadele birliklerinin konvansiyonel tehditlere uyum sağlayacak şekilde yeniden konumlandırılması, Bayraktar TB3 gibi platformların Doğu Akdeniz’de daimi bir caydırıcı unsur olarak konuşlandırılması, Türkiye’nin artık sadece sınırlarda değil, açık denizlerde ve hatta uzayda da varlık göstermesi gerektiğini ortaya koyar. Türksat 6A projesi gibi yerli uydu sistemleriyle siber güvenlik ve elektronik harp kabiliyetinin artırılması, yeni güvenlik mimarisinin omurgasını oluşturur.

Ancak bu doktrinin sürdürülebilirliği, birkaç temel değişkene bağlıdır.

Birincisi, Türkiye’nin eş zamanlı olarak ABD, AB, İsrail, Rusya ve İran gibi farklı aktörlerle denge kurabilmesi için güçlü bir kurumsal yapı ve istikrarlı bir dış politika aklına ihtiyacı vardır.

İkincisi, proaktif caydırıcılık gibi yüksek maliyetli stratejilerin arkasında sağlam ve dirençli bir ekonomi bulunmalıdır. Aksi takdirde dış politika hamleleri içeride ekonomik kırılganlıklarla baltalanabilir.

Üçüncüsü ve belki de en önemlisi, PKK’nın silahsızlandırılması Kürt meselesinin çözüldüğü anlamına gelmez. Türkiye’nin bu yeni doktrini başarıya ulaştırması için iç barışını, toplumsal uzlaşıyı ve demokratik kapsayıcılığını eş zamanlı olarak tahkim etmesi gerekir.

Özetle; İçte istikrarsız olan bir devlet, dışta istikrar garantörü olamaz.

Türkiye, önümüzdeki yıllarda yalnızca bir bölge ülkesi değil; sistem kurucu, dengeleyici ve merkezî bir güç olma iddiasındadır. Bu iddianın altı, sadece retorikle değil; sahada ve masada inşa edilen güçlü bir güvenlik mimarisiyle doldurulmalıdır. Cumhuriyetin ikinci yüzyılı, sadece bir zaman dilimi değil, yeni bir zihinsel ve stratejik açılımın yüzyılı olacaktır. Bu açılımın adı, çok katmanlı dengeye dayalı, proaktif caydırıcılığı esas alan, içeride refah ve uzlaşı, dışarıda güç ve prestij ile temellenmiş bir Türkiye vizyonudur.